3 Ekim 2015 Cumartesi

Bugün Üzgünüm

Bugün, 3 aydır mama ve su verdiğim, bana göre dünya tatlısı 4 yavru sokak köpeciğinden bir tanesinin öldüğünü öğrendim. Aslında cesedini dün gördüm ama hem uzaktaydı, emin olamadım, hem de 'o değil, ona benzeyen başka bir köpek var, o' dediler. Her ne kadar o köpeciğe de üzülsem de, oh dedim, benimkilerden biri değil şükürler olsun. Ama onlardan biriymiş, çünkü az evvel ona benzeyen diğer köpek yanıma geldi ve benimkiler 3 kalmışlar :(((

2 aylık kadardılar, anneleri ortadan kayboldu, belediye kısırlaştırmaya götürdü dediler. Çocuklar tahtalardan ev yaptılar bunlara, her gün yemek veriyorlardı, mıncıklıyorlardı, ben uzaktan izliyordum. Bir kere yanlarına gidip nasıl köpek sevileceğini anlattım, canlarını yakmamaları için nasıl tutacaklarını gösterdim. Derken okullar tatil oldu ve ortada tek bir çocuk kalmadı, köpecikler de görünmez oldular. Aradan 2-3 hafta geçti, bir tanesini çöpün yanında, bir deri bir kemik gördüğümde, alarm zilleri çaldı bende. Hemen mamalar hazırladım, saklandıkları yeri buldum ve her gün düzenli mama vermeye başladım. 15'er kiloluk kuru mamalar hayatımı çok kolaylaştırdı. Yemek artıkları ve ekmekle yaptığım paparalara yavru kuru maması katıp verince kısa sürede semirdiler, güzelleştiler, neşeyle zıplamaya başladılar.

İnsanlardan çok korkuyorlar, içlerinde sadece 1 tanesi sokulgan, onu okşayabiliyorum. Diğerleri ise ürkek ve uzaklar. Hele bir tanesi 3 aydır beni her gün görüyor ama ben yaklaşırken önce uzaklara kaçıyor, sonra diğerleri yemek yerken biraz yaklaşıyor, onun yemeğini diğerleri yemesin diye elimde tabakla peşinden koşuyorum, tabağı bırakıp diğerleri fark etmeden geri koşuyorumki, yiyebilsin. Hala en zayıfları o ama yine de epey beslendi. 

En büyüklerine geçenlerde araba çarpmış, çok şükür kırık yok gibi. İncinmiş ayağının üzerine basamıyor ama kendi kendine iyileşecek. 

Ölen ise, içlerinde en irisi, en güzeliydi. Tüyleri beyaz, bal rengi gözleri vardı. Çoban köpeğine benziyordu. Son zamanlarda, yemeğini yedikten sonra bana sitenin kapısına kadar eşlik ediyordu. Ben yürürken yanımda hoplaya zıplaya yürüyor, belki kendini sevdirir diye yavaşladığımda o da hemen yavaşlayıp mesafeyi koruyor, 'gel bir seveyim' dediğimde de gülümseyip (köpek severler köpeklerin gülümsemesini iyi bilir), kuyruğunu sallamaya devam ediyordu. Tekrar yürümeye başladığımda yine hop hop yanımda koşuyordu. Bazen de yemek verirken çok yaklaştığında, çaktırmadan elimi gövdesine sürerdim, o da fark eder ama kaçmazdı. Göz göze bakışır, sevgimizi öyle anlatırdık.

İşte bu yavrucuk, bilemediğim bir sebepten artık yaşamıyor (belki zehirlediler veya zararlı bir ot yedi, veya apartman görevlimizin iddiasına göre birisi vurdu - kendisi hayvanları çok seviyor, olayları biraz dramatize edebiliyor, ya da ben öyle olduğunu düşünmek istiyorum - ).  Dün cesedine bakarken de o olduğunu anlamıştım ve darmadağın olmuştum ama olmadığı söylendiğinde inanmak işime gelmişti. Bugünse artık o olduğuna dair şüphe yok. Küçük dostum artık buralarda olmayacak.

Yoga bana hayata tarafsız bir gözle bakmayı öğretiyor (öğretti diyemem çünkü öğrendiklerimizi hep unutuyor, tekrar tekrar hatırlamak zorunda kalıyoruz). Evrende olan herşeyin tam da olması gerektiği gibi olduğu (ne eksik ne fazla, ne yanlış ne doğru) görüşünü benimsetiyor. 

Ancak, şunu da biliyorum ki, bir acı yaşadığımızda ve üzüntü duyduğumuzda, bu üzüntüyü itelemek, ertelemek, yok saymak bizlere ruhsal açıdan hiç iyi gelmiyor. Yaşayamadığımız her üzüntü, ya içimizde bir yerlerde sinsice saklanarak yüzeye çıkacağı günü bekliyor, tabii biz bu arada 'içerde bir şeyler yanlış gidiyor ama ne' sorusuna cevaplar bulmaya çalışıyoruz; ya da o üzüntü, öfke olarak yüzeye taşınıyor.  

Babam öldüğünde ağlamadım. Devam eden günlerde de ağlamadım. İyi yönlerini düşünmeye çalıştım, acı çekmedi dedim, birlikte doya doya çok güzel zamanlar geçirdik dedim. Dedim dedim dedim. Sonra rüyalarımda onu görmeye başladım, ölmediğini, aslında yaşadığını, çıkıp geldiğini. Sürekli aynı rüyayı gördüm aylarca. Her rüyadan ağlayarak uyandım. Sonra rüyalarda ağlamayı bırakıp gerçek hayatta ağlamaya başladım. O kadar zordu ki benim için ağlamak. Hiç ağlanmayan bir aileden geliyorum ben. Babacığım bana çocukken 'ölen kedi köpekler için sakın ağlama, Allah'ın gücüne gider' derdi. Ben de Allah küsmesin diye ağlamazdım. Hayvan sevgisiyle paramparça olacağımı gören babacığımın beni koruma çabasıydı bu aslında. Keza, herhangi bir kaybımız olduğunda da kimse ağlamazdı. Ama bu yöntem, babamı kaybettiğimde işlemedi. Babamın içimdeki derin acısı ve özlemini, onun için uzun uzun ağlayarak, kendimi suçladığım zamanlarla yüzleşerek aştım.

Bugün üzgünüm Babacığım. Senin tembihlediğin gibi yapmayacağım. Küçük dostumun kaybının üzüntüsünü engelemeden yaşayıp gözyaşı dökeceğim. Bu satırları yazarken yaptığım gibi. Gözyaşlarım dindiğinde ise, yaşanan herşeyin, doğal döngüsü içinde olması gerektiği gibi yaşandığını, hepimizin aynı bütünün parçası olduğumuzu ve özden gelip öze döndüğümüzü kendime hatırlatacağım.

Huzur içinde yat küçük dostum. Sadece 6 ay yaşayıp gitmiş öylesine bir köpekçik değildin sen, benim dünyamı aydınlatan bir ışıktın. Teşekkür ederim o anlamlı güzel bakışların için.

Not: Ben bu satırları yazarken Olgun aradı, tabii telefonda da ağladım. Uzaklarda perişan oldu ben üzüldüm diye. Ama iyi geldi birbirimizin sesini duymak. Konuştuk uzun uzun. Acı paylaştıkça azalıyor. İçine atarak değil. 

Farkındalık ve sevgiyle
b.


26 Temmuz 2015 Pazar

Yeniden

Uzun zamandır, hatırlayamadığım kadar uzun zaman oldu gibi geliyor, bu kadar iyi ve canlı uyanmamıştım. Kullandığım magnezyum ve D vitaminlerinin etkileri görülmeye başladı galiba. Ağrım olmadan, uflayıp puflamadan, sızlanmadan, söylenmeden kalktım yataktan. Öyle güzel uyumuşum ki, Juliet bile -her zaman yaptığının aksine- sabahın köründe beni dürtmemiş, saat 8'e kadar uyumuşum mışıl mışıl. Hava sıcak ama ev serin, tatlı tatlı esiyor rüzgar pencere ve balkonlardan. Olgun'un Kapadokya maratonundan gönderdiği fotoğraflara baktım, orada da gökyüzü masmavi. Uzun bir aradan sonra ilk defa yine dağlarda olmak istedi canım :))

Yine uzuuun, upuzun bir aradan sonra yeniden yazmaya başlıyorum galiba. Bakalım nerelere gidecek, nelere dokunacak. 


Ocak 2012 bundan önceki son yazımın tarihi. Ondan sonra bir şeyler kopmuş, içime kapanmışım, kendimi ifade etmekten kaçınır olmuşum. Yoğun iş temposuyla boğulmam ve değil yoga yapmak; başımı kaşımaya bile vakit bulamamakla eş zamana denk geliyor bu kaçış. Bütün suç İŞ'te tabii, BEN masum :)


Arada geçen zamanın özetine bakarsak;


İstanbul'un sabah 06.00 kalkış/işe hazırlık - trafik - iş - trafik - akşam 20.00 işten eve dönüş temposunda bir yaşam. Düzenli egzersiz yapamamaktan kaynaklanan, fıtık kaynaklı tüm ağrı-sızı-şikayetlerin geri dönüşü. Onlar arttıkça iyice çaresiz hissedip moral kaydederek daha da kötüleşme, günü kurtaran düzensiz, plansız yoga-egzersiz-spor karışımlarıyla derman arama. Hiçbir şeye yetişememe, yetersizlik, bezginlik. Bir türlü aşılamayan ve artan yorgunluk, bitkinlik, tükenme... Ve sonunda Ocak 2015'de tiroid kanser ameliyatı sayesinde dinlenme fırsatı :)) Bir insan ameliyat olduğuna bu kadar mı sevinir :)) 'Sonunda hiç bir şey yapmadan sadece yatacağım' diye öyle mutlu girdim ki ameliyata :) Doktorlar moralimin neden bu kadar iyi olduğunu anlayamadılar :) Gerçekten kendimi çok ama çok yorgun hissediyordum. Elimi kaldıracak enerjim kalmamıştı adeta. Tabii bunun, uzun zamandır tiroidin sağlıklı çalışmasını engellemekte olan nodülden de kaynaklandığını öğrenmek, en azından sıkıntılarımın sebebinin belli bir fizyolojik nedene dayanmasının verdiği rahatlık da var. Ameliyat sonrası hastane odasında ne TV, ne kitap, ne ipad, hiçbir şeye bakmadan geçirdiğim sessiz ama keyifli saatler. Özetle; çok başarılı geçen bir ameliyat (doktorlarım Mete Düren ve Halil Azizlerli sağ olsunlar :), ardından eşsiz rahatlıkta bir nekahat dönemi (Olgun'um, annesi, becerikli görümcelerim, kayınçom, Yeşim'im, Hülya'm, Aslı'm sayesinde, ne kadar teşekkür etsem azdır)... Devamında yeniden işe dönüş, ama iş dünyasının o yapay stresine değil de, daha daha dinlenmeye olan ihtiyacımı fark edip istifa ediş... Ve yeniden kocaman bir OHHH! 

Günün Amacı: 


Hayatımdaki tüm fiziksel rahatsızlıkların stresten, sıkıntıdan, huzursuzluktan kaynaklandığını defalarca görüp yaşamış bir insan olarak, onlardan kaçarak bir yere varılmadığını da bilerek, aslında şu anda ülke olarak/hatta tüm dünyaca içinde bulunduğumuz durumda, stresten kaçmamın mümkün olmadığının da bilincinde olarak; biraz kendime dönmek, kendimi dinlemek, kendime ve dünyaya dışarıdan bakabilmek. Yaralarını yalayarak iyileştirmeye çalışan bir köpekçik gibi şifa bulmak. Bu amaç esnasındaki yolculuğumu başkalarıyla paylaşarak, belki bakış açıma dikkat çekmek, başkalarının farklı bakış açıları ve önerileriyle aydınlanmak, belki biraz farkındalık kıpırtısı yaratmak kendimde ve diğer gönüllerde, bu blog sayesinde. Yeniden. 


Ocağa yemek koyup geliyorum :) Açsa mideler, çalışmaz beyinler :)


Internetin en güzel kazançlarından biri: Benim gibi tarife bakmadan yemek yapamayan tipler için sınırsız bir kaynak oluşu :)) 


Blogumu ilk defa okuyanlar için, belki eski yazılarıma bir göz gezdirmek keyifli olabilir. Ben bugün onları yeniden okurken, o zamanki enerjimi, gücümü yeniden hissettim. Kendi gücümle güçlenmeye başladığımı hissettim. Umarım sizlere de iyi gelir.


Farkındalık ve sevgiyle kalın,


b.


Not: Bilenler bilir, Juliet'siz blog yazısı olmaz :)



'Patiler Karman Çorman' başlıklı çalışma :) - by B.A.D. 

4 Ocak 2012 Çarşamba

Bu sabah

Bu sabah Levent metrosunda 2 müzisyen... 1'i saksafon diğeri gitar çalıyor... kendimi Avrupa'da hissettim, çok hoş parçalar çalıyorlardı. Bir yandan onları dinlerken bir yandan da Starbucks'tan chai tea latte alırken inanılmaz mutlu oldum.


Bu histen çok daha önce, sabah gözlerimi ilk açtığımda, Olgun'umun rahat ve derin horultularını, aynı anda da yanımda bana sokulmuş yatan Juliet'in huzurlu ve keyifli hırıltılarını duyduğumda da tarifi zor bir mutluluk kapladı içimi.

Hatta ondan daha da önce... dün gece yuvamda, kocam mac'inde maç seyrederken, kedim masanın üstünde atkıma sarınmış uyurken, yumuşacık IKEA battaniyemin altında "Batıya Akan Nehir" belgeselini izlerken, öyle güzel uyumuşum ki. Bu da çook ayrı bir keyifti.


Ne kadar mutlu ve şanslı bir insanım dedim kendime. Öyleyim :)

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Bodrum Bodrum

Uzun zaman olmuştu deniz tatili yapmayalı... Çok yorulduk, bunaldık, biraz dinlensek, Bozcaada mı olsa, ne yapsak filan derken, arkadaşlarımız Önder'le Sedef "biz Bodrum'a gidiyoruz, haydi gelin isterseniz" deyince, hemen uçak, otel ıvır zıvır detayları halledip düştük yollara. 

Önce tabii Juliet'in durumu ayarlandı, prensesin keyfi kaçmasın diye annem bizde kalmak üzere davet edildi (kedi anneme değil, annem kediye geliyor, annem de bizim gibi deli olduğundan, ona garip gelmiyor bu durum). Hazırlıklar yapıldı, eksikler cuma pazarından tamamlandıktan sonra yola çıkıldı. Pazar öğleden sonra Bodrum'daydık,otelimiz Katamaran Otel, Gündoğan koyunda. Nefis bir koy, rahat bir otel, ramazan dolayısıyla sakin, sadece bir kaç İngiliz aile otelde misafir. Otelin önü deniz, bahçesinde havuz, denize girip havuzda güneşlenip, dinlenmenin dibine vurmak bu olsa gerek :) 

Bodrum'u oldum olası çok severim, genelde kalabalığı ve gece hayatıyla tanınır, hatta sevilmez, ben her gittiğimde en sessiz, sakin koylarında kaldım, hep huzurlu vakit geçirdim, orası o yüzden bana çok sakin geliyor. Haa bir gece Bodrum merkeze inmeyi denedik tabii darlanmak mümkün, İstiklal Caddesi gibi.

Bir başka gece Önder'in ailesi bizi misafir ettiler akşam yemeğinde. Yine Gündoğan koyunda Yalı mevkiinde, nefis manzaralı bir sitenin en yüksek yerinde, Önder, Sedef, Önder'in babaannesi, babası Ahmet Amcamız, halası, eniştesi, Olgun ve ben, mangalda yapılan yemekler ve zeytinyağlılar eşliğinde unutulmaz bir gece geçiriyoruz. Hele de Ahmet Amcamızın çaldığı akordeon eşliğinde, mehtaptaki deniz manzarasına karşı şarkılarla eşlik ederken, keyfimiz anlatmakla tanımlanamıyor. Kaldığımız süre boyunca Önder'le Sedef bizi hep otelden alıyorlar, gezdiriyorlar, ne şanslıyız.

Şehirde nem olmayışı, hiç terlememek çok rahatlatıcı. Mis gibi çiçek kokuları, hoş esintiler, denizin berraklığı, kumu, insanın bacağını ısırıveren minik balıklar, gece ayrı güzel gündüz ayrı güzel nefis deniz manzaraları - ki hayatının büyük bölümü deniz kıyısında geçmiş ben için inanılmaz bir keyif - çok çok güzeldi.

Başka diyarlara gitmek ufkunu açıyor insanın derler ya, gerçekten de öyle. Oradaki insanların yaşayışı, geçimleri, yörenin yemekleri, kültürü herşey farklı. Tabii Bodrum çok kozmopolit, rengarenk ama yine de kendine özgü. Keşfedilecek bir çok şey var o şehirde, dolu dolu.

Bu güzellikler içinde tabii biz Juliet'i özledik. Ah şimdi ne yapıyor, canı sıkıldı mı, annem onunla oyun oynayamaz hay allah diye başladık dırdırlanmaya. Uçak biletimizin iadesi mümkün olsaydı, 4.-5. gün dönmüştük biz onca memnuniyetimize rağmen. Otelde bir köpekcik vardı sahibiyle birlikte seyahat eden, kedimizin neden köpek gibi davranmadığına bir kez daha üzülerek tatilin sonunu zor ettik. 

Döndüğümüzde hem Juliet hem biz mutluluktan tavana fırlar haldeydik, yarım gün hiç susmadı hep birşeyler anlattı üstelik hiç miyavlamadığı halde sürekli miyavlayarak. Yapıştı bize ağlar gibi sesler çıkardı. O öyle yaptıkça biz kafamızda senaryolar yazdık yavrumuzun bize duyduğu hasrete dair. Yarım günün sonunda yeniden "gurr-viiik" diye konuşmaya başladı yani normale döndü prensesimiz :) Gerçekten komik bir aileyiz biz sanırım. 

Şu anda ise annem onu özlüyor, 1 haftada çok alışmış, yakın zamanda gelir görmeye :)

Bodrum'dayken, Zeynep Hocamın 200 saatlik eğitiminin ses kayıtları yine kulağımdaydı. Kafamda yoga yaptırdı bana hep. Zihinsel yoganın keyfi de ayrı oluyor :) Kaldığımız odada sadece bir kez yoga yaptım, bedenim de tatile girdi bu sefer, canım istemediğinden değil, sadece içimden öyle geldiği için.

Seyahat etmeyi çok seviyorum ama en güzeli eve dönmek. Yengeç burcuyuz biz karı-koca, huzurumuz yuvamızda.

Oradayken denize bakarak dinlediğim şarkılardan birini eklemek istiyorum buraya ama beceremedim acaba bloggerda şarkı ekleme yok mu ki?


Farkındalık ve sevgiyle kalın
b.
 
Mırıl mırıl Juliet  - by B.A.D.

5 Temmuz 2011 Salı

Evrenin Sesi

Bir süredir sıkıntılıydım. Bir yol ayrımına gelmiştim ve karar vermem gerekiyordu. Bir yanda düşünüp taşınıp seçtiğim ve büyük keyifle yapmakta olduğum yoga hocalığı, diğer yanda yogayla ilgisi olmayan yeniden tam zamanlı bir iş seçimi.

Okuldan mezun olduğumdan beri hiç durmadan çalıştım. Kariyerim insan kaynakları alanında netleşti ve yıllarca bu işi yaptım. Beraberinde gelişen yoga, hayatımdaki yerini artırarak en sonunda meslek seçimimi kökünden değiştirecek bir konuma itti beni ve tam zamanlı yoga hocası olmaya karar verdim. Olgun da beni bu konuda çok destekledi. İşimden, sevdiğim iş arkadaşlarımdan kâh keyifle kâh hüzünle ayrılırken, çok güzel uğurlandım hediyelerle, sevgiyle. Herkes biliyordu neden ayrıldığımı ve takdir ediyorlardı. Hatta gıptayla bakılıyordum "hobisini meslek haline getiren" nadir insanlardan olduğumdan :) 

İşten ayrıldıktan sonra hayatım çok değişti. Sürekli masa başı işte çalışmıştım, İstanbul'da hafta içi sokaklarda olmanın nasıl keyifli olduğunu hiç bilmiyordum. Yoga derslerimin sayısı arttıkça bir studyodan diğerine keyifle koşturmaya başladım. İstisnasız her gün sokağa çıktığımda gökyüzüne bakıp inanılmaz bir mutlulukla doluyorum. Özgür hissediyorum kendimi. Tabii ki ders saatlerim var, yetişmem gereken. Derslerime hazırlanmak gibi bir sorumluluğum var hiç bir şey lay lay lom değil. Fakat yıllarca ofise kapanmış bir bünye, inanamıyor gerçek dünyayı gördüğünde. Özellikle hafta sonları hep kalabalıktan kaçtığım için İstanbul'dan zevk de alamaz haldeyken, hayat bambaşka oluverdi. Günlük hayatımı planlamada yaşadığım rahatlıklar, evime, aileme daha çok zaman ayırabilmek,  hayattan aldığım zevki de artırdı sanıyorum. 

Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı ve hayat planlandığının aksine sürprizler yapmaya hep devam ediyor. Sonunda yeniden insan kaynaklarına dönüş yapmam gerekliliği doğdu. Önce kabullenmedim, hatta duymazdan geldim yo yo ben bir yol seçtim artık dönüşü yok diyerek kendi kendime. Sonra sıkıntı hissetmeye başladım içimde bir şeylerin ters gittiğine dair. Tam o günlerde de bilekliğimdeki OM* kayboluverdi. Devam ettim direnmeye, yok hayır başka yol bulmak lazım diye. 1.5 - 2 ay sürdü bu şaşkınlığım. Sonunda bir gün kafamda bir ampul yandı. Ben ne yapıyorum? Hayatla uyum içinde olmaktan bahsediyorum, ama akıntıya karşı kürek çekiyorum, hayata direniyorum. Anladım ki bu biraz da egodan kaynaklanıyor, hani bir yola girdim, nasıl dönerim, bak herkes bana imreniyor ama olmaz ki! 

Kendime dışardan bakmaya başlayınca, ne kadar komik olduğumu fark ettim :) Bu kadar kafa patlatacak veya üzülecek bir şey yokki, bu arayı vermeye ihtiyacım vardı, verdim. Şimdi de daha farklı bir işte çalışmaya ihtiyacım var ve onu yapacağım. Bu kadar basit. Yoga hayatımda hep olacak bence. En azından haftada 2-3 ders vermeye devam edeceğim. Şimdilik kararım bu. Bu arada eğitimlerim devam edecek onlar hiç bitmez. Hayat ne gösterir yine bilinmez :) Ama insanın içindeki istek, yönünü de belirliyor ister istemez. Yoga ateşi bir kere düştü mü içinize, ondan kopmak imkansız.

Olgun bana yeni bir OM (hatta 2 tane) aldığı gün, bir iş teklifi aldım. Birlikte çalışmaktan çok hoşlanacağım bir profesyonelden. 


Hayatımdaki bütünlük ve denge kaybolduğunda, evrenden, bütünden, "bir"likten uzaklaştığımı, yeniden dengeyi bıulduğumda ise ona geri döndüğümü fark ediyorum. OM'u aldığımız hanımefendi, öncekini kaybettiğimi söylediğimde dedi ki, "o öyle gider gelir zaman zaman"... 

Yeni işe başlayacak olmanın heyecanı ve keyfi sarıp sarmalıyor beni şu günlerde. Yoga hayatın ta kendisi, her ne iş yaparsanız yapın :)

Farkındalık ve sevgiyle kalın
b.

* OM, çok basit bir anlatımla, "evrenin sesi" olduğuna inanılan sanskrit hecedir.

OM

Sprituelliğe Dair

Yoga Istanbul blogunda gördüm, Zeynep Aksoy Hocamın sürekli söylediği "her şey şu anda tam da olması gerektiği gibi, mükemmel" sözüyle ilintili cümleler. 

Çok hoşuma gitti, paylaşıyorum. Kaynağını bilemiyoruz, bilen varsa söylerse ne güzel olur.

Hindistan'da sprituelliğin 4 kuralı:

İlk kural der ki:
- Karşına çıkan kişiler her kimse, doğru kişilerdir.
Bunun anlamı şudur, hayatımızda kimse tesadüfen karşımıza çıkmaz.
Karşımıza çıkan, etrafımızda olan herkesin bir nedeni vardır,
ya bizi bir yere götürürler ya da bize bir şey öğretirler.


İkinci kural der ki:
- Yaşanmış olan her ne ise, sadece yaşanabilecek olandır.
Hiç bir şey, hem de hiç bir şey yaşadığımız şeyi değiştiremezdi.
Yaşadığımızın içindeki en önemsiz saydığımız ayrıntıyı bile değiştiremeyiz.
‘Şöyle yapsaydım, böyle olacaktı’ gibi bir cümle yoktur.
Hayır, ne yaşandıysa, yaşanması gereken, yaşanabilecek olandır, dersimizi alalım ve ilerleyelim diye.
Her ne kadar zihnimiz ve egomuz bunu kabul etmek istemese de,
hayatımızda karşılaştığımız her olay, mükemmeldir.


Üçüncü kural der ki:
- İçinde başlangıç yapılan her an, doğru andır.
Her şey doğru anda başlar, ne erken ne geç.
Hayatımızda yeni bir şeyler olmasına hazırsak, o da başlamaya hazırdır.


Dördüncü kural der ki:
- Bitmiş olan bir şey bitmiştir.
Bu kadar basittir.
Hayatımızda bir şey sona ererse, bu bizim gelişimimize hizmet eder.
Bu yüzden serbest bırakmak, gitmesine izin vermek ve elde etmiş olduğun bu tecrübeyle ileriye doğru bakmak daha iyidir.


Kendine iyi bak. Tüm kalbinle sev. Sonuna kadar hayatın tadını çıkar. Hayattındaki her gün bir hediyedir, kıymetini bil.

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Juliet Mutlu Biz Mutlu

Kızımız ameliyatını başarıyla atlattı. Kistleri varmış bir sürü onu huzursuz eden. Ameliyat sonrası ilk günden itibaren daha mutlu, daha huzurlu bir kedi oldu. İlk günler zor geçti tabii, hele ilk gece. Anestezinin etkisiyle sersemliği sürerken, aman düşmesin aman çarpmasın diye peşinden bütün gece koşturdum. Ertesi gün ve ilerleyen günlerde hızla iyileşti. Boynundaki elizabeth onu epey rahatsız etti ama hiç gıkı çıkmadı yavrum boynu bükük durdu hep. Boynunu yüzünü kaşıyamayıp, yalanıp temizlenemedi bu onu çok huzursuz etmiş olmalı. Bol bol kaşıyıp rahatlatmaya çalıştım, onu mutlu oluyordu. Sonunda elisabeth çıktı, yarası da belli belirsizdi iyileşti zaten yapışkanlı dikiş istemiştik, dikişlerin alınması sorunu da olmadı. Pembiş göbeğindeki tüyleri yeniden uzamaya başladı bile.


Mutlu, oyuncu, normal bir kedicik oluverdi Juliet. Taklalar atıp, zıp zıp zıplıyor. Soran herkese teşekkürler. 


Farkındalık ve sevgiyle kalın
b.


Juliet Von Elisabeth  by B.A.D.