20 Ağustos 2011 Cumartesi

Bodrum Bodrum

Uzun zaman olmuştu deniz tatili yapmayalı... Çok yorulduk, bunaldık, biraz dinlensek, Bozcaada mı olsa, ne yapsak filan derken, arkadaşlarımız Önder'le Sedef "biz Bodrum'a gidiyoruz, haydi gelin isterseniz" deyince, hemen uçak, otel ıvır zıvır detayları halledip düştük yollara. 

Önce tabii Juliet'in durumu ayarlandı, prensesin keyfi kaçmasın diye annem bizde kalmak üzere davet edildi (kedi anneme değil, annem kediye geliyor, annem de bizim gibi deli olduğundan, ona garip gelmiyor bu durum). Hazırlıklar yapıldı, eksikler cuma pazarından tamamlandıktan sonra yola çıkıldı. Pazar öğleden sonra Bodrum'daydık,otelimiz Katamaran Otel, Gündoğan koyunda. Nefis bir koy, rahat bir otel, ramazan dolayısıyla sakin, sadece bir kaç İngiliz aile otelde misafir. Otelin önü deniz, bahçesinde havuz, denize girip havuzda güneşlenip, dinlenmenin dibine vurmak bu olsa gerek :) 

Bodrum'u oldum olası çok severim, genelde kalabalığı ve gece hayatıyla tanınır, hatta sevilmez, ben her gittiğimde en sessiz, sakin koylarında kaldım, hep huzurlu vakit geçirdim, orası o yüzden bana çok sakin geliyor. Haa bir gece Bodrum merkeze inmeyi denedik tabii darlanmak mümkün, İstiklal Caddesi gibi.

Bir başka gece Önder'in ailesi bizi misafir ettiler akşam yemeğinde. Yine Gündoğan koyunda Yalı mevkiinde, nefis manzaralı bir sitenin en yüksek yerinde, Önder, Sedef, Önder'in babaannesi, babası Ahmet Amcamız, halası, eniştesi, Olgun ve ben, mangalda yapılan yemekler ve zeytinyağlılar eşliğinde unutulmaz bir gece geçiriyoruz. Hele de Ahmet Amcamızın çaldığı akordeon eşliğinde, mehtaptaki deniz manzarasına karşı şarkılarla eşlik ederken, keyfimiz anlatmakla tanımlanamıyor. Kaldığımız süre boyunca Önder'le Sedef bizi hep otelden alıyorlar, gezdiriyorlar, ne şanslıyız.

Şehirde nem olmayışı, hiç terlememek çok rahatlatıcı. Mis gibi çiçek kokuları, hoş esintiler, denizin berraklığı, kumu, insanın bacağını ısırıveren minik balıklar, gece ayrı güzel gündüz ayrı güzel nefis deniz manzaraları - ki hayatının büyük bölümü deniz kıyısında geçmiş ben için inanılmaz bir keyif - çok çok güzeldi.

Başka diyarlara gitmek ufkunu açıyor insanın derler ya, gerçekten de öyle. Oradaki insanların yaşayışı, geçimleri, yörenin yemekleri, kültürü herşey farklı. Tabii Bodrum çok kozmopolit, rengarenk ama yine de kendine özgü. Keşfedilecek bir çok şey var o şehirde, dolu dolu.

Bu güzellikler içinde tabii biz Juliet'i özledik. Ah şimdi ne yapıyor, canı sıkıldı mı, annem onunla oyun oynayamaz hay allah diye başladık dırdırlanmaya. Uçak biletimizin iadesi mümkün olsaydı, 4.-5. gün dönmüştük biz onca memnuniyetimize rağmen. Otelde bir köpekcik vardı sahibiyle birlikte seyahat eden, kedimizin neden köpek gibi davranmadığına bir kez daha üzülerek tatilin sonunu zor ettik. 

Döndüğümüzde hem Juliet hem biz mutluluktan tavana fırlar haldeydik, yarım gün hiç susmadı hep birşeyler anlattı üstelik hiç miyavlamadığı halde sürekli miyavlayarak. Yapıştı bize ağlar gibi sesler çıkardı. O öyle yaptıkça biz kafamızda senaryolar yazdık yavrumuzun bize duyduğu hasrete dair. Yarım günün sonunda yeniden "gurr-viiik" diye konuşmaya başladı yani normale döndü prensesimiz :) Gerçekten komik bir aileyiz biz sanırım. 

Şu anda ise annem onu özlüyor, 1 haftada çok alışmış, yakın zamanda gelir görmeye :)

Bodrum'dayken, Zeynep Hocamın 200 saatlik eğitiminin ses kayıtları yine kulağımdaydı. Kafamda yoga yaptırdı bana hep. Zihinsel yoganın keyfi de ayrı oluyor :) Kaldığımız odada sadece bir kez yoga yaptım, bedenim de tatile girdi bu sefer, canım istemediğinden değil, sadece içimden öyle geldiği için.

Seyahat etmeyi çok seviyorum ama en güzeli eve dönmek. Yengeç burcuyuz biz karı-koca, huzurumuz yuvamızda.

Oradayken denize bakarak dinlediğim şarkılardan birini eklemek istiyorum buraya ama beceremedim acaba bloggerda şarkı ekleme yok mu ki?


Farkındalık ve sevgiyle kalın
b.
 
Mırıl mırıl Juliet  - by B.A.D.

5 Temmuz 2011 Salı

Evrenin Sesi

Bir süredir sıkıntılıydım. Bir yol ayrımına gelmiştim ve karar vermem gerekiyordu. Bir yanda düşünüp taşınıp seçtiğim ve büyük keyifle yapmakta olduğum yoga hocalığı, diğer yanda yogayla ilgisi olmayan yeniden tam zamanlı bir iş seçimi.

Okuldan mezun olduğumdan beri hiç durmadan çalıştım. Kariyerim insan kaynakları alanında netleşti ve yıllarca bu işi yaptım. Beraberinde gelişen yoga, hayatımdaki yerini artırarak en sonunda meslek seçimimi kökünden değiştirecek bir konuma itti beni ve tam zamanlı yoga hocası olmaya karar verdim. Olgun da beni bu konuda çok destekledi. İşimden, sevdiğim iş arkadaşlarımdan kâh keyifle kâh hüzünle ayrılırken, çok güzel uğurlandım hediyelerle, sevgiyle. Herkes biliyordu neden ayrıldığımı ve takdir ediyorlardı. Hatta gıptayla bakılıyordum "hobisini meslek haline getiren" nadir insanlardan olduğumdan :) 

İşten ayrıldıktan sonra hayatım çok değişti. Sürekli masa başı işte çalışmıştım, İstanbul'da hafta içi sokaklarda olmanın nasıl keyifli olduğunu hiç bilmiyordum. Yoga derslerimin sayısı arttıkça bir studyodan diğerine keyifle koşturmaya başladım. İstisnasız her gün sokağa çıktığımda gökyüzüne bakıp inanılmaz bir mutlulukla doluyorum. Özgür hissediyorum kendimi. Tabii ki ders saatlerim var, yetişmem gereken. Derslerime hazırlanmak gibi bir sorumluluğum var hiç bir şey lay lay lom değil. Fakat yıllarca ofise kapanmış bir bünye, inanamıyor gerçek dünyayı gördüğünde. Özellikle hafta sonları hep kalabalıktan kaçtığım için İstanbul'dan zevk de alamaz haldeyken, hayat bambaşka oluverdi. Günlük hayatımı planlamada yaşadığım rahatlıklar, evime, aileme daha çok zaman ayırabilmek,  hayattan aldığım zevki de artırdı sanıyorum. 

Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı ve hayat planlandığının aksine sürprizler yapmaya hep devam ediyor. Sonunda yeniden insan kaynaklarına dönüş yapmam gerekliliği doğdu. Önce kabullenmedim, hatta duymazdan geldim yo yo ben bir yol seçtim artık dönüşü yok diyerek kendi kendime. Sonra sıkıntı hissetmeye başladım içimde bir şeylerin ters gittiğine dair. Tam o günlerde de bilekliğimdeki OM* kayboluverdi. Devam ettim direnmeye, yok hayır başka yol bulmak lazım diye. 1.5 - 2 ay sürdü bu şaşkınlığım. Sonunda bir gün kafamda bir ampul yandı. Ben ne yapıyorum? Hayatla uyum içinde olmaktan bahsediyorum, ama akıntıya karşı kürek çekiyorum, hayata direniyorum. Anladım ki bu biraz da egodan kaynaklanıyor, hani bir yola girdim, nasıl dönerim, bak herkes bana imreniyor ama olmaz ki! 

Kendime dışardan bakmaya başlayınca, ne kadar komik olduğumu fark ettim :) Bu kadar kafa patlatacak veya üzülecek bir şey yokki, bu arayı vermeye ihtiyacım vardı, verdim. Şimdi de daha farklı bir işte çalışmaya ihtiyacım var ve onu yapacağım. Bu kadar basit. Yoga hayatımda hep olacak bence. En azından haftada 2-3 ders vermeye devam edeceğim. Şimdilik kararım bu. Bu arada eğitimlerim devam edecek onlar hiç bitmez. Hayat ne gösterir yine bilinmez :) Ama insanın içindeki istek, yönünü de belirliyor ister istemez. Yoga ateşi bir kere düştü mü içinize, ondan kopmak imkansız.

Olgun bana yeni bir OM (hatta 2 tane) aldığı gün, bir iş teklifi aldım. Birlikte çalışmaktan çok hoşlanacağım bir profesyonelden. 


Hayatımdaki bütünlük ve denge kaybolduğunda, evrenden, bütünden, "bir"likten uzaklaştığımı, yeniden dengeyi bıulduğumda ise ona geri döndüğümü fark ediyorum. OM'u aldığımız hanımefendi, öncekini kaybettiğimi söylediğimde dedi ki, "o öyle gider gelir zaman zaman"... 

Yeni işe başlayacak olmanın heyecanı ve keyfi sarıp sarmalıyor beni şu günlerde. Yoga hayatın ta kendisi, her ne iş yaparsanız yapın :)

Farkındalık ve sevgiyle kalın
b.

* OM, çok basit bir anlatımla, "evrenin sesi" olduğuna inanılan sanskrit hecedir.

OM

Sprituelliğe Dair

Yoga Istanbul blogunda gördüm, Zeynep Aksoy Hocamın sürekli söylediği "her şey şu anda tam da olması gerektiği gibi, mükemmel" sözüyle ilintili cümleler. 

Çok hoşuma gitti, paylaşıyorum. Kaynağını bilemiyoruz, bilen varsa söylerse ne güzel olur.

Hindistan'da sprituelliğin 4 kuralı:

İlk kural der ki:
- Karşına çıkan kişiler her kimse, doğru kişilerdir.
Bunun anlamı şudur, hayatımızda kimse tesadüfen karşımıza çıkmaz.
Karşımıza çıkan, etrafımızda olan herkesin bir nedeni vardır,
ya bizi bir yere götürürler ya da bize bir şey öğretirler.


İkinci kural der ki:
- Yaşanmış olan her ne ise, sadece yaşanabilecek olandır.
Hiç bir şey, hem de hiç bir şey yaşadığımız şeyi değiştiremezdi.
Yaşadığımızın içindeki en önemsiz saydığımız ayrıntıyı bile değiştiremeyiz.
‘Şöyle yapsaydım, böyle olacaktı’ gibi bir cümle yoktur.
Hayır, ne yaşandıysa, yaşanması gereken, yaşanabilecek olandır, dersimizi alalım ve ilerleyelim diye.
Her ne kadar zihnimiz ve egomuz bunu kabul etmek istemese de,
hayatımızda karşılaştığımız her olay, mükemmeldir.


Üçüncü kural der ki:
- İçinde başlangıç yapılan her an, doğru andır.
Her şey doğru anda başlar, ne erken ne geç.
Hayatımızda yeni bir şeyler olmasına hazırsak, o da başlamaya hazırdır.


Dördüncü kural der ki:
- Bitmiş olan bir şey bitmiştir.
Bu kadar basittir.
Hayatımızda bir şey sona ererse, bu bizim gelişimimize hizmet eder.
Bu yüzden serbest bırakmak, gitmesine izin vermek ve elde etmiş olduğun bu tecrübeyle ileriye doğru bakmak daha iyidir.


Kendine iyi bak. Tüm kalbinle sev. Sonuna kadar hayatın tadını çıkar. Hayattındaki her gün bir hediyedir, kıymetini bil.

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Juliet Mutlu Biz Mutlu

Kızımız ameliyatını başarıyla atlattı. Kistleri varmış bir sürü onu huzursuz eden. Ameliyat sonrası ilk günden itibaren daha mutlu, daha huzurlu bir kedi oldu. İlk günler zor geçti tabii, hele ilk gece. Anestezinin etkisiyle sersemliği sürerken, aman düşmesin aman çarpmasın diye peşinden bütün gece koşturdum. Ertesi gün ve ilerleyen günlerde hızla iyileşti. Boynundaki elizabeth onu epey rahatsız etti ama hiç gıkı çıkmadı yavrum boynu bükük durdu hep. Boynunu yüzünü kaşıyamayıp, yalanıp temizlenemedi bu onu çok huzursuz etmiş olmalı. Bol bol kaşıyıp rahatlatmaya çalıştım, onu mutlu oluyordu. Sonunda elisabeth çıktı, yarası da belli belirsizdi iyileşti zaten yapışkanlı dikiş istemiştik, dikişlerin alınması sorunu da olmadı. Pembiş göbeğindeki tüyleri yeniden uzamaya başladı bile.


Mutlu, oyuncu, normal bir kedicik oluverdi Juliet. Taklalar atıp, zıp zıp zıplıyor. Soran herkese teşekkürler. 


Farkındalık ve sevgiyle kalın
b.


Juliet Von Elisabeth  by B.A.D.

1 Senenin Sonunda - 3 Temmuz'a Dair

İyi ki doğdun bir tanem. İyi ki doğduk. 1 yıl önce bugün nasıl heyecanlı bir koşturma içindeydik. Senin doğum günü geri planda kalmıştı bizim evlilik günümüz haline gelmesinin etkisiyle :) Hayatımın en güzel, en eğlenceli, en keyifli günüydü.


Sabah erkenden kalktık. Güzel bir duşun ardından, saat 10 gibi benim makyajımı yapmak üzere Sevgili Yeşim'in (Solak) annesi kapımızdaydı. Rüyalar gibi bir makyaj yaptı bana tam istediğim gibi abartısız, sade. Makyajı hiç yakıştırmadığım yüzümde o kadar güzel durdu ki o makyaj, kendime bakmaya doyamadıydım bütün gün :)


Makyaj yapılırken kızlar doluşmaya başladılar eve, tatlılarım benim, Didem, Duygu, Neşe... Düğün günlerini planlayan herkese şiddetle önerim: o gün yakın arkadaşlarınız tüm gün sizinle olsun mutlaka, hem hayatınızı kolaylaştırıyor, hem de müthiş eğlenmenize sebep oluyorlar. Benim günümün harika geçmesinin müsebbibi onlardır :)


Kızların gelmesiyle heyecan, kahkaha iyice arttı zaten, sonradan Çıtır Busemiz de eklendi onlara ve hep beraber kuaföre gittik. Benim kuaför işi zor oldu, saçımı yapacak çocuk direksiyon sınavındaydı. Öneri 2: O gün sınavı, işi filan olanlara saç yaptırmıyoruz, bile bile lades. 3 saatlik kuaför maceramızın sadece son 20 dakikasında benim saçım yapılınca kısa sürede dağıldı elbet. Ama yine de güzeldi, dağınık bir model oluverdi :) Kuaförde geçen dakikalarda boş durulmadı, Neşe'nin önderliğinde nedimelerin bileklerine, sağdıçların yakalarına yerleşecek olan çiçekler hazırlanıp bağlanmaya başladı. Bu arada damat da kendi arkadaşlarıyla kuaför, araba süslemesi vb. konuları organize etmek üzere koşturmakta...


Bu arada Neşe ve Buse'nin çekimleriyle bol bol fotoğraflandık makyaj sürecinden başlayarak tüm gün boyunca. Ne kadar teşekkür etsem az onlara.


Derken kuaförden süratle çıkış, eve geliş ve bana gelinliğin kahkahalar eşliğinde giydirilmesi :) Bu arada Nazlı'm da geldi, ekip tamamlandı. Herkesler bir ucumdan tutarak beni gelinliğe yerleştirip güzelce paketlediler. Küpelerimin ve kolyemin önceden denemesini yapmıştım zorlanmadan takayım diye, iyi ki yapmışım küpelerden biri çok zor açılıyordu, onu da hallediverdik. 


Ve gelin hazır :) Damat zaten hazır telaşlı:) Duygu'nun ayarladığı bembeyaz lüks gelin arabamızla nikah dairesinin yolunu tuttuk. Gelin odasına 7-8 kişi yerleşmemiz, orada da fotoğraflar, gülüşmeler. Bu arada Serhat'ın bizim CD'yi verecek görevliyi ararken bir nikahın ortasına giriş yapması... 


Veeee sıra bizde... Bizi odadan alıp nikahın kıyılacağı salonun kapısına götürüyorlar, bekliyoruz heyecanla sıramızı. Derken... Impossible Mission müziğinin eşliğinde (pek havalı oldu) salona giriverdik. Ayyy sonrası daha da heyecanlı. nereye baksam neyi duysam, herkesin gözü bizde - ki hiç sevmem. Şahitler benim Fifi teyzem, Olgun'un Güldane Halası, pek heyecanlılar. Kuaförde aceleyle takılmış duvağın azizliği, tam gözümün önünde kocaman dantel parçaları, hiç bişi görmüyorum:) Çekiştirip düzeltmeye çalışsam da artık zor. Neyse nikah kıyıldı, Olgun anonsu filan beklemeden fırladı ayağa, e tabii ben de. Kocamı yalnız bırakır mıyım. Duvaktan kurtardı beni çok şükür. Oh beee dünya varmış. Öneri 3: Neymiş, duvak takıldıktan sonra iyi kontrol edilecek, ağzını burnunu gözünü filan nasıl kapatıyor, görüş alanı nasıl kontrol edilecek. Duvak işi aceleye gelmez.


Yine birileri bize yol gösterdi, takı takınma yerine doğru giderken yoginiciklerimden Gonca'yla Dicle'yi görüyorum yol üstünde, sevinçle, gözleri dolu dolu bakıyolar bana, mutluluğum katlanarak artıyor sevdiklerimi etrafımda gördükçe. Ne güzel bir gün bu allahım, hem sevdiğim adamla evleniyorum hem herkes burada!


Gelsin takılar :) Herkesi öpüyorum kokluyorum keyifle, sağolsunlar verdikleri takılar hayatımızı kolaylaştırıyor ilerki dönemde. 


Annecim heyecanlı, herkes mutlu, telaşlı. Bizim Nero (görümcem) herkese yetmez diye nikah şekerlerini kimseye koklatmıyor, elde kalıyor tabii bir sürü :)))))) Çok gülüyoruz buna sonradan. Hala dağıtıyoruz onları sağa sola, tabii içinde şeker yoktu lavanta var sadece.


Nikah salonundan ayrılıp eve dönüyoruz apartmamınızın bahçesi nikah fotoları çekmeye çok müsait, çimlerin üzerinde fotoğraflıyorlar yine bizi Neşe'yle Buse. Çok mutluyuz, bakmaya doyamıyorum kocama. Öyle de yakışıklı ki bugün. Nazar değer diye korkuyorum her zamanki gibi.


Herkes evde, biraz vakit geçirip sonra yola çıkıyoruz akşam eğleneceğimiz Sed Otel'e doğru. Trafik felaket uzun sürüyor yol, gelinin şöforü tecrübeli (Serhat), yolculuk neşeli.


Akşam boğaz manzarası eşliğinde kurtlarımızı döküyoruz, bir eğlence bir eğlence. Çıkışta gelinin çiçeği görümceye gidiyor. Boşa değilmiş, yakınlarda hayırlı haberler gelebilir görümceden :)


Mükemmel bir gün, gece. Hep dediğim gibi, hayatımın en güzel günü. İnsanın aşık olduğuyla evlenmesi harika bir şey. Balayı yapamadık hala koşturmaktan. Ama planlıyoruz fena halde :)


Odim, iyi ki doğdun. İyi ki evlendik. Çok mutlu, eşsiz bir yıldı. Nice mutlu, sağlıklı, birlikte yıllara. Seni çok seviyorum.


Bidin 


Odi ve Bidi

5 Haziran 2011 Pazar

Juliet'i Kısırlaştırıyoruz

Kızımız Juliet pek tatlı, güzel bir kedi. Geldiği günden beri evin kızı oldu, her dakikamız onunla geçiyor. Ne yedi, ne içti, sağa baktı, sola döndü, elini yanağına dayadı, oynadı, gurladı (miyav demiyor pek, gurrr-vikkkk diyor), mutlu mu, keyifsiz mi... her haliyle ilgi odağımız. 

Veterinerden çok korkuyor. Oysa ki veterineri dünyalar tatlısı bir kız, Juliet'i çok seviyor, her gördüğünde bağrına basıyor - du ki artık basamıyor çünkü bir kaç ziyaret önce kızcağızın yüzünü tırmaladı velet. Her veterinere gidişimiz olay. Juliet'in surat beş karış, benim kalbim gümbür gümbür. Tırnağını bile keserken sinirleniyor kızcağıza.

Veterinerimizin söylediğine göre iyi bakılmaktan olabilir, kızımız kızışma dönemine erken girdi, 4 aydır 1'er hafta arayla sürekli bağırıyor. Bize epeydir uykusuz geceler yaşattığı gibi, kendisi de yemiyor, içmiyor, mutsuz, dağınık oluyor o dönemlerinde. Artık 8 aylık oldu, veterinerlerimizle konuştuk, yarın kısırlaştırma ameliyatı yapılmasına karar verildi. Sürekli kızışma döneminde olmasının bir diğer sebebi de kist olma ihtimali imiş, ameliyat biraz ciddi olabilir diye, veterinerimiz hocasıyla beraber yapacak ameliyatı. 

Veterinerlerimize çok güveniyoruz, burada reklamlarını da yapayım, Suadiye'de Vetelite (http://www.vetelite.com/). Mükemmel bir mekan, tertemiz, mis gibi. Ameliyathaneleri, cihazları, teknikleri son derece modern. Her şeyden önemlisi de, hayvanları çok seviyorlar ve sahiplerinin psikolojisini de çok iyi anlıyorlar. Yarınki ameliyattan hiç korkmuyorum. Beni endişelendiren tek şey, Juliet'in psikolojik olarak nasıl etkileneceği. Uyandığında evinde olmamak, benim yanında olamamam muhtemelen, belki 1 gece orada kalmak zorunda olması...onu endişelendirecek, belki de terk edildiğini zannedecek. Ve bu durum beni inanılmaz üzüyor. Üzüldükçe dramatik düşünceler ve kurgular beynimde büyüdükçe büyüyor. 

Zaten zihin o kadar seviyor ki dramatize etmeyi. Mesela bu yazının başlığı "Juliet ameliyat masasında" filan gibi çok daha dramatik bir şey olacaktı!!! 

Hayatı olduğu gibi kabul etmek zor geliyor eğer söz konusu sevdiklerinizin sağlığıysa. Oysaki Juliet çok mutlu bir kedicik, çünkü ona çok iyi bakıyoruz ve çok seviyoruz. İlgi ve sevgiye boğuyoruz diyebilirim. Bir çok kedi onun kadar şanslı değil, bizim evde hayvan olmak harika bir şey. Şimdi de yine kendi sağlığı için epey paraya kıyıp en iyi yerde ameliyat ettiriyoruz. Yani ortada kahrolacak bir şey yok. Ama Barış Altan Doğan beden-zihin mekanizması, bu tür durumlarda acı çekmeye ayarlı. O yüzden çok da yapacak bir şey yok. Şimdiki ana odaklanarak, geleceğe fazla takılmazsa bu gece ve yarın, daha rahat ve huzurlu olacak herşey Barış için. Yoksa işi zor. Olgun da iş seyahatinde. O yüzden herşey daha bir zor (işte bu da bir şartlanma, karar verilmiş herşeyin zor olacağına!)

Şimdiden geçmiş olsun minik kızım. Bize fazla kızma, senin için neyin iyi olduğuna biz karar verdik. Ev kedisi olmanın zor yanlarından biri de bu, kendi kararlarını kendin alma şansın çok fazla yok.

Başarılı ameliyatlar ve uzun sağlıklı bir yaşam dilekleriyle.

Haydi şimdi anneyle oyuna !!
b.  


Juliet Graf   by B.A.D.


   

Dik Durmak !!!

Hayatımın uzunca bir bölümünde sırt ağrıları çektim. Sırtımın ağrımadığı tek zaman suda yüzdüğüm anlardı. Suyun sağladığı hafiflik, dolayısıyla omurganın taşıdığı yükün azalması ağrıyı hafifletince birden fark ederdim aslında sürekli bende olan ama alışkanlıkla unuttuğum ağrının uzaklaşıverdiğini. İnanılmaz bir mutluluk kaplardı içimi, hiç çıkmak istemezdim sudan, çıkınca hemen geri dönerdi ağrılar. 

Duruş bozukluğum vardı, belki uzunca bir boya sahip olduğum için virgül gibi kapanma ihtiyacindan, belki yıllarca masa başında çalışmaktan. Omuzlarım ve kalçam öne doğruydu. Göğüs kafesim kapalıydı, boynum benden önde giderdi. İçler acısı gibi görünmezdim, sokaktaki herkes gibiydim, hatta durumumun farkında bile değildim. Sadece omuzlarım biraz önde duruyor sanıyordum. Taa ki hayatıma derin bir farkındalık getiren Zeynep Aksoy hocam bana "duruş bozukluğum" olduğunu söyleyene kadar. 

Doğru bir duruşa sahip olmanın, bedeni güçlendirmekten geçtiğini anladığımdan beri insanlara "dik dur" demeyi bıraktım. Çünkü dik duramıyorsunuz eğer sırttaki, omuzlardaki, boyundaki, beldeki bir sürü bir sürü kaslar güçlü değilse. Sadece acı içinde dikleşip, sonra da sönmüş balon gibi eski halinize dönüveriyorsunuz. Ve hiç anlamazdım insanların nasıl olup da dik durduklarını - ki zaten çevremdekilerin çoğu benim gibi olduklarından -, zaten anormal olanlar dik durabilen azınlıktı :)

Ve sonra her şey kendiliğinden düzeldi. Bedenim her gün çalıştığı için kaslarım güçlendi. Esnedikçe, hafifledikçe, başın tepesi kendiliğinden yükselmeye başladı gökyüzüne itip çekmeden. Boyun rahatladı artık başın ağırlığını taşımadığı için. Artık leğen kemiği taşıyordu başımı, daha doğrusu omurga boyunca dağılarak gelen ağırlığından kalanları. Bedenimi esaretten kurtulmuş gibi hissediyorum, bu gerçek bir özgürlük. Ağrısız yaşam. Olabileceğini hiç ummazdım.

"Hayallerimizle aramızdaki tek engel, sadece biziz". 
(Berivan Hocamın (Aslan Sungur) anlattığı bir hikayeden. O da başka bir blog yazısına...) 

Farkındalık ve sevgiyle kalın,
b. 

Nostaljik Barış   by B.A.D.

 

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Yavaşlamak

Bir güne bir çok şeyi sığdırmak istiyorum çoğu zaman. Erkenden kalkmak, yoga pratiğimi yapmak, erkencecik kahvaltimi etmek, saate bakıp oooo daha saat 8 buçuk demek... Sonra Juliet'le uzun uzun oynamak, bloguma yazılar yazmak, vereceğim derslere çalışıp, sonra pazar alışverişimi yapmak, arkadaşlarımla sabah kahvesi, ama saat henüz 12 olsun. Sonra yine kedi, bol bol okumak, yine okumak, yazmak... Dernek işleriyle uğraşmak biraz belki, sonra atlayıp yoga okuluma gitmek, hocalarımın derslerine girmek, oradan çıkıp ders verip, eve dönüp, hafif bir akşam yemeği ve Olgunumla keyifli sohbetler. Yine okumak, kedicik, dinlenme ve harika bir uyku...


Ama genellikle bunlarin sadece 3 ya da 4'ünü yapabildiğimde aman çok şükür verimli bir gün geçirdim diye seviniyorum :)) Eh, İstanbul tabii en büyük suçlu bu kadar şeyi 1 güne tıkıştıramamamda. Ama bu kadar koşturmak niye?


Yoga yapmak beni yavaşlatıyor, bunu net olarak hissediyorum. Ayrıca buna izin vermek de çok hoşuma gidiyor. Hızla yürürken yolda, birden kaldırımda yavaaaaş yavaaaş yürüyen biri yüzünden hızım kesilince, kendi kendime 'tamam barış, yavaşla biraz, bu yaşlı teyze seni biraz yavaşlatmak için bir bahane olsun diye gönderildi'  demek hoşuma gidiyor (sanki herkes, herşey bana hizmet etmek durumunda, ne ego!). Hızımı kesince kendimi o kadar huzurlu hissediyorum ki o anda. Nereye koşuyorsun, neden hep bir sonraki adım var kafanda, şimdiki ana gelsene şaşkın. Tadını çıkar attığın adımların, geçtiğin yerlerdeki kokuları, sesleri fark et. Sonra yemek ye yavaş yavaş, her bir baharatın, yiyeceğin tadını fark ederek, zevk alarak. Vapurdan denizi seyret uzun uzun, aksam pişireceğin yemeği düşünmeden. Sonra yemek pişir, aklın yarın katılacağın eğitime kaymadan. Her şeyi tadını çıkararak yap, hayat işte o zaman yaşanılır oluyor.


Ne kadar zor yavaşlamak, bedeni, ruhu ve zihni aynı anda buluşturmak... Ama bir o kadar da muhteşem !!


Farkındalık ve sevgiyle kalın
b.

15 Nisan 2011 Cuma

Üşengeçlikten Hareketle

Dün akşam Yoga Rooms'taki Vinyasa dersimden sonra bir öğrencim bana çok ilginç gelen bir soru sordu: "Ders sırasında yaptıklarınıza hiç üşenmiyor musunuz?" dedi. Kastettiği şey, öğrencileri pozlara hazırlarken yaptığımız küçük hazırlıklardı, Viparita Karani için kalçasının altına battaniye katlayıp yerleştirmiştim. "Yani battaniyeyi bana uzatıp kalçanın altına yerleştiriver demiyorsunuz, özenle katlayıp, ölçüp yerleştiriyorsunuz" dedi. Bu yorumu çok hoşuma gitti ve üzerinde düşündürdü beni :)

Yoga derslerinde hocalar tıpkı birer arı gibi. Bazen ders öncesinde başlıyor çalışma. Sınıfın havalandırılması, ortalık derli toplu mu, temiz mi göz gezdirme. Mumların yakılması, belki müziğin ayarlanması. Hocalık eğitimim sırasında Mey'in (Elbi) derslerini asiste ediyordum. Ondan önce sınıfa gelerek bu hazırlıkları yapmaya bayılırdım. Bazen mumu yakmayı unuturdum veya daha ben mumu yakmadan Mey gelmiş olurdu ve o yakardı. O zaman sanki görevimi eksik yapmış hissederdim kendimi, bir dahaki sefere daha erken geleyim veya tüh nasıl da unuttum düşünceleriyle...Sonra ders başlar, yapılacak pozlara göre öğrencilerin proplarını almaları istenir veya verilir. Tüm pozlarda küçük ayarlamalar, belki battaniye, blok, yastık destekleri için koşuşturup durur hoca. Taa ki Savasana'da herkesin üzeri battaniyeyle örtülüp, göz yastıkları da yerleştirilene kadar. Tabii sınıf 30 kişiyse herkesin üzerini tek tek örtmek mümkün olamayabiliyor.

Asistanlık yaptığım ilk gün, benim için yepyeni bir ufuk açılmıştı. O güne kadar hep yoga yapandım. O gün ilk defa "diğerleri"ni görme imkanım olduğunda çok ama çok şaşırmış ve etkilenmiştim. Yoga yaparken kendinizle ilgilisiniz, arada "yandaki nasıl yapıyor acaba" diye kaçamak bakışlar olsa bile, görme şansı pek yok, yine kendinize dönüp devam ediyorsunuz. Sınıfın bir köşesinden tüm yoga yapanları izlemek ise bambaşka bir deneyim. Birbirinden dünyalar kadar farklı bedenler, farklı duruş kalıpları, farklı derinlikler, nefesler, asimetriler... Bunları bir anda karşımda görmek çok etkileyici ve heyecanlıydı. Ve Mey'in o öğrenciden bu öğrenciye koşuşturup yönlendirmeler yapmasını, kimine kemer, kimine battaniye desteğiyle pozları rahatlatmasını, -bu arada çalan müziği değiştirmeyi de ihmal etmeden :)- izledikçe çok keyif almıştım. Zaten beni de ilk günden itibaren bu heyecana dahil etti ve ben de öğrencilerle birebir ilgilenmeye başladım. Kısa zaman içinde heyecanını ve hevesini bana öyle bulaştırdı ki, ben de her dersimde aynı üşenmezlikle oradan oraya koşturur oldum. Diğer hocalarımda da aynı heves ve ışığı hep gördüm, "bugün canı bir şeye sıkılmış galiba" diye hissettiren hocam hiç olmadı.
 
Merak ettim acaba 20 yıllık bir hoca olduğumda da bugünkü gibi hiç üşenmeden yapacak mıyım bu ritüelleri. Yoksa kaytarmaya başlar mıyım "aman boşver yastığın üzerine oturmayıversin" mi derim. Bilmiyorum ama bildiğim bir şey var ki, o da öğretmekten büyük keyif aldığım. Özellikle yeni başlayanların yogayı ve yoga yoluyla kendilerini derinlemesine keşfetmeleri için bir imkan sunmak ve gelişimlerini gözlemlemek inanılmaz bir mutluluk veriyor. Defalarca aynı cümleleri tekrarlamak, aynı hazırlıkları yapmak hiç zor veya bıktırıcı gelmiyor. Aksine her ders, her öğrenci ayrı bir keyifle geliyor. 


Uzun sözün kısası, yoga farklı bir dünya... Hem öğrenen, hem öğreten için...


Farkındalık ve sevgiyle kalın
b.

Viparita Karani by B.A.D.

       

 

4 Nisan 2011 Pazartesi

Yoga Yapmayan Sevgili Arkadaşlarıma

Yuvamızda yine bir akşam üstü. Güneş batalı biraz oldu, İstanbul aydınlanmaya başladı yine geceye doğru. Salon camımızın bir tarafındaki koltukta ben, diğerinde kedicik, kararmakta olan şehri izliyoruz. Aslında Juliet manzaradan ziyade havada uçan kuşlarla daha ilgili, ya da arada uzaktan gelen bir miyav veya hav sesiyle. Bense zencefil çayımın son yudumunu da içtim, aklımda şekillenmeye başlayan yazımı yazmak üzere laptopı kucağıma aldım.

Bazen sağlıklı olmak üzerine düşünüyorum. Çevremdeki bir çok arkadaşım, sırt, boyun, bel ağrılarından şikayetçi, hatta bunlara ek olarak çok sık grip, soğukalgınlığı yaşamaktan. Strese bağlı bazı deri problemlerinden. Kronik yorgunluktan. Enerjisizlikten... Tüm bunlar özellikle kapalı ortamlarda uzun saatler ofis ortamında çalışanlarda çok görülen rahatsızlıklar. Olmayan yok, herkeste var.


Çocukluğum çok sağlıklı geçmedi. Sık sık anjin olurdum, boğazım önce kızarır, sonra beyaz iltihaba dönüşür, canım babamın yaptığı penisilin iğneleriyle ancak 5 günde normale dönerdim. Çok sık hastalandığım için terlemem yasaktı. Oyun oynarken fazlaca terlesem, tonton annem (şimdi tonton, o zamanlar "güzel bir kadın olan annem" idi) hemen eve çağırır, oyuna son vermemi isterdi. Ne yapsın kadıncağız o kadar bıkmıştı ki hastalığımdan, çocuk bakımı ile ilgili ansiklopediler devirmiş olmasına rağmen, aslında çocuk ne kadar koşar terlerse o kadar toksin atar diye düşünmüyordu sanırım. Ben de aksi gibi terledim mi hasta oluyordum bir çok teorinin tersine. Ergenlik çağına gelince anjin geçti. Ben de sağlıklı olmanın sporla özdeş olduğuna karar vererek, aerobik (80'lerde çok modaydı malum), bisiklet, yüzme, üniversite yıllarımda tenis, sonrasında fitness ve yoga ile hep hareketli kalmaya çalıştım. Masa başında çalıştığım iş hayatımın ilk yıllarında, boynum, sırtım ağrıyor diye sabah 5'de uyanır, elimdeki basit bir yoga kitabındaki hareketleri 1 saat boyunca yapar, duşumu alır, kahvaltımı eder, işe öyle giderdim. Yoga ve fitness dönüşümlü olarak hayatımda yer almaya devam ettiler, ta ki yolum tamamen yogaya çevrilinceye kadar.

Kısaca şunu söyleyebilirim ki, sağlıklı olmak için elimden geleni yaptım. Hareketten ve iyi beslenmeden uzak kaldığım, stres yoğun zamanlarda hep hastalıklarım arttı, bazen 15 günde 1 grip oldum, omurgamda problemler yaşadım. Yeniden toparlanmak için hep daha fazla çabaladım, ama kendimde gözlemlediğim en belirgin davranış tarzı, pes etmediğimdi.


Neyle uğraşırsam uğraşayım, bedenime iyi davranmak bana hep çok iyi geldi. Kendime hep eğer Tanrı'ya inanıyorsak, en önemli ibadetin öncelikle emanet aldığın bedene iyi bakmak demek olduğunu hatırlattım. Üstelik sağlıklı bir beden, kaliteli bir hayat demek. Yogada biz bunu "sağlıklı bir omurga, sağlıklı bir beden" diyerek, daha da detaylandırıyoruz.

Masa başı çalışma hayatıma son verdikten sonra, ilk 1 ay hastalıktan başımı kaldıramadım. Yıllar süren stresin bir dışa vurumuydu sanıyorum. Ama genel olarak yoga hayatıma yerleştikten sonra sağlığım hep daha iyiye gitti. Neler mi yapıyorum?

  •  Yoga yapıyorum :) 
  •  Doğru beslenmeye çalışıyorum - bedenime kötü hissettiren şeylerden uzak durmaya. Mesela etli, yağlı, yapay soslu, kimyasal katkılarla tatlandırılmış besinleri vücuduma aldığımda, ilerleyen saatlerde mide ve bağırsaklarımın ne kadar kötü hissettiğini fark ediyorum ve bu tür beslenmeden uzak duruyorum. Bol sebze, tahıl, doğal gıdalar, doğal içecekler almaya, bunlarla ilgili tarifleri uygulamaya çalışıyorum, şimdilik vejeteryen değilim ama et isteğim gittikçe azalıyor
  •  Sevdiğim işi yapıyorum - ki bu bir çoğumuz için çok zor, bu konuda kendini akışa teslim etmek ve yüreğinin sesini dinlemek güzel sonuç veriyor, sabır ve zaman yardımıyla
  •  Sevdiğim adamla evlendim - mutsuz bir evlilik, yıllarca biriken kızgınlıklar, hastalıklara yol açıyor
  •  Evcil hayvanımız var - inanılmaz bir "stres kovucu". Yüzümüzde sürekli bir gülümsemeyle dolanıyoruz evde karı-koca. Ve anladım ki ben çoook sabırlıymışım. Hiçbir yaramazlığı beni kızdırmıyor.

Niyetim burada bir reçete vermek değil. Sadece beni her gördüğünde ağrıdan, sızıdan şikayet eden ama bunları gidermek için hiç bir şey yapmayan, çok sevdiğim arkadaşlarıma seslenmek istiyorum. Tonton annem de bunlardan biri. Ama o artık 75 yaşında ve annemi koşu bandına çıkaramam. Oysa diğerleri, sizler daha gençsiniz. Bedeninize iyi gelecek sayısız seçenekler var, yoga, koşu, fitnessin binbir çeşidi, hoplamak zıplamak her ne olursa. Deneyin, bulun. 

Sağlıklı olmak sizin elinizde. İçinizdeki sesi dinleyin ve gözlemleyin: sağlıklı olmak için bir şeyler yapmak istiyor musunuz? Belki de gerçekten sağlıklı olmak istemiyorsunuzdur. Ve bu da sizin seçiminiz, kaderiniz belki. Bunu da yargılamadan, kendinizi suçlamadan kabul edin. Çünkü doğru ya da yanlış diye bir şey yok -  koşullandırılmalarımızın aksine. Kabullenmek ya da mücadele etmek. İkisi de yanlış değil, doğru da değil. Neyseniz onu yaşayacaksınız.

Sadece kendinizi gözlemlemeye ve tanımaya başlayın.  Ve olduğunuz gibi kabul etmeye. Herşeyinizle.

Tek reçetem bu :) Daha derini başka yazılara.

Farkındalık ve sevgiyle kalın
b.

Juliet - Percereden bakarken   by B.A.D.
     

 

29 Mart 2011 Salı

Yogin


Blog izleyicilerimden Belma Obuter'in web sitesinde gördüm bu videoyu. Yoga felsefesiyle ilgili güzel ipuçları veren bir çalışma. Keyifle paylaşıyorum.

Farkındalık ve sevgiyle kalın, fazla hırs yapmayın ;)
b.

Yeni Deneyimler

Kışın karanlık günleri yerini güneşli günlere bıraktıkça, içimdeki artan enerjinin de etkisiyle, daha hareketli, daha farklı çalışmalar içine girmeye başladım. Her yeni deneyim, yepyeni ufuklar açıyor içimde. Ne kadar şanslıyım diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. Ben mi şanslıyım, yoksa önüme çıkan fırsatlar mı fazla bilmiyorum ama pozitif düşünce tarzımın hayatımı çok kolaylaştırdığı da bir gerçek.

Ders vermekten büyük keyif aldığım yoga stüdyosu Yoga Rooms, bu ay Amerika'daki Yoga Works'ten bir hocayı konuk ediyor 200 Saatlik Hocalık Eğitimi kapsamında. Jenny Aurthur, güçlü, odaklı ve esprili yaklaşımıyla beni çok etkileyen ve yoga uygulamama önemli katkı sağlayan bir hoca oldu şimdiden. 

Jenny'nin asana çalışmaları yoğun "hiza" odaklı ve pozlara farklı girişler, farklı varyasyonlar deneyimletiyor bize. Aynı zamanda da limitlerimizi keşfettiren zorluklar çıkarıyor karşımıza. Derslerden saç baş karışmış ama suratımda mutlu bir gülümsemeyle çıkıyorum. Yakında yine gelecekmiş çeşitli workshoplar ve yine hocalık eğitimleri için. "Ondan öğreneceğim çok şey var" dedirten bir kişilik. 

Cumartesi günü Olgun'la beraber Fransız Aromaterapi Atölyesi Workshop'una katıldık. Marielle Mercadier, yıllarca kozmetik sektöründe çalışmış, SPA yöneticiliği yapmış, naturopati, aromaterapi, masaj vb konularda eğitimler almış bir doğal sağlık uzmanı. Sağlık ve ilk yardım için aromaterapi idi atölye çalışma konumuz. Başımız-sırtımız-belimiz ağrıdığında, yaralandığımızda, stresimizi azaltmak istediğimizde, midemiz bulandığında vs.vs. bir çok konuda, uçucu yağlardan nasıl yararlanabileceğimize dair bilgiler öğrendik. Hayatımızda yeni bir ufuk açtı aromaterapi ve Marielle. Başı ağrıdığında ilaç yutmak yerine, daha doğal bir yöntemle rahatlamak isteyenlere ışık tutacak bir uygulama. Yine de tabii ki her türlü sağlık probleminin altında, teşhisi konulması gereken bir takım hastalıklar yatıyor olabilir. Doktora gitmeyi ihmal etmeden, hastalıkların doğru teşhisini ortaya koyarak, daha sonra bu tür alternatif/destekleyici tedavilerden yararlanmak en doğrusu diyorum, Marielle de öyle dedi zaten.

Pazar günümüzü ise, Sevgili Mey'in (Elbi) Partner Yoga dersi renklendirdi. İnsanın eşiyle aynı mat üzerinde birbirine dokunarak, enerjisini hissederek, gözlerinin içine bakarak yoga yapması çok güzel bir deneyimmiş. Hem keyifli, hem eğlenceli, arada düşe kalka, kahkahalar atarak yaptık yogamızı. Olgun'un ilk 1.5 saatlik yoga dersi idi. Bu derse her ay katılmak istediğini de söyledi. Benimle birlikte yoga yapmak - ama hoca ben olmadan - yogadan bugün keyif almasını sağladı sanıyorum. Meyciğim sana çooook teşekkürler.  

Sonra da kurufasulyeciye gidip güzelce karnımızı doyurduk :))

Farkındalık ve sevgiyle kalın
b.
             

20 Mart 2011 Pazar

Kedili Yoga


Bulutlu, gri bir güne merhaba dedim dün sabah. Güneş olmayan günleri oldum olası sevmem. Ama artık bu günlerden de keyif almayı becerebiliyorum sanırım. Fazla aktif olmayı gerektirmeyen, daha sakin, sessiz uğraşlarıma yöneliyorum böyle günlerde. Yazı yazmak, vereceğim derslere hazırlanmak, kitap okumak, zencefil çayı-zencefilli kek ikilisiyle salonumuzun camından şehri, hatta azıcık da olsa görünen denizi ve adaları keyifle seyretmek... Zaman sanki yavaşlıyor böyle zamanlarda. Belki de gerçek hızına dönüyor, yavaşlayan benim. Koşturma, telaş olmadan, yaşadığın her dakikayı hazmederek, hissederek yaşamak. 
İşte böyle hissettiren bir sabahta kalktım, sevgili kedimiz Juliet'in miyavları eşliğinde. Kızımız çok genç olmasına rağmen kızgınlık dönemine girdiği için, 1'er haftalık aralarla eşimle ikimizi geceleri uykusuz bırakıyor. Ben biraz daha derin uyuyorum galiba, bu kadar uyku yeter deyip kalktım, önce biraz Juliet'le oynadım, sonra geçtim yoga matimin üzerine. 

Meditasyon. 15 dakika kadar hareketsizlik içinde nefese odaklanarak kalmayı planlayarak başladım. Önce ilk miyav sesi geldi, ardından da sesin sahibi o sevimli yüzünü odanın kapısından gösterdi. Gurrrr-viiiik diyerek geldi, çaprazladığım ayaklarımın tam önüne yerleşti. Başını da ayak bileklerime dayadı, mır mır söylene söylene yerleşti. Biraz okşadım, bıraktım kendi haline. Az sonra nefes alış verişleri, keyifli bir motor sesine döndü, yarı uyur hale girdi. Hah tamam meditasyona devam derken, birkaç dakika sonra çoraplarımı, hatta içindeki ayaklarımı kemirmeye başladı. Bir sonraki aşama, üzerine oturduğum battaniyenin bir ucundan yakalayıp yolmak oldu. Neyse, bu sefer 5 dakikalık olsun meditasyon deyip pozumu değiştirdim, Virasana'ya gelip günlük boyun hareketlerimi yapmaya başladım. Kedicik bu sırada yanan mumu koklamakla meşguldü. 
Dört ayaktan Adho Mukha Svanasana'ya (Aşağı bakan köpek) geldiğimde ise, neşeyle zıplayıp saçlarıma, eşofmanımın ipine atlamaya başladı. Bhagavad Gita'da bahsedilen "yoga yolunda karşımıza çıkacak engeller"den biri de kedimiz olabilir mi acaba? Güneşe selamla devam etmeye kararlı ben, Plank'ten Chaturanga'ya inerken "şimdi seni püre yapayım da gör"diye hınzır bir düşünce içine girdim. Tabii ki yanıldım, püre olmak veya kaçmak yerine oyundan iyice keyif alan kedicik beni itelemeye, didiklemeye başladı. Haydi bakalım bu sefer dizler yere, ne akış kaldı ne hiza. Baktım olacak gibi değil, çoraplarımı fırlattım biraz ileriye peşinden koşup benden uzaklaşsın diye. Plan başarılı oldu, çoraplarıma sardı hemen. Ben de akışa devam.

Sevgili Hocamız David'in (Cornwell) power serileriyle devam ettim. Plank, Vasistasana, Bakasana, Downdog split, ayakta pozlar, ters duruşlar, Navasana... Kendi pratiğimi yaparken hep bir "must" asanalarım oluyor. Yani gönlümden geçtiğince değil de, kâh bedenimin o anda istedikleri, kâh olması gereken asanalarla süslüyorum pratiğimi. Yoksa sadece gönlüme kalsa, bu kış günlerinde sadece yin yoga yaparım muhtemelen. 

Ardha Chandrasana'ya geçtiğimde, havadaki bacağımın tam da altında matin üzerine oturdu. Dolayısıyla o bacağı yere indirirken, normalden çok daha fazla özen gösterip, iyice yavaşlayıp, Sevgili Zeynep Hocamın (Çelen) bahsettiği o "pıt" sesini bile çıkarmadan yere konuverdim. Kedicik de hemen yere inen ayağıma sürünüp memnuniyetini gösterdi.

Ters duruşlarda ortadan kayboldu, oyalanacak başka bir şeyler buldu muhtemelen, ben de rahat rahat çalıştım. Sonunda Savasana'ya geldiğimde, Olgun uyanmıştı, Juliet'in dikkati tamamen babaya yönelince, ben de rahaaaaat bir son dinlenme yaparak çalışmamı tamamladım. 

Kedili Yoga böyle bir şey işte. Dikkat sadece bedende değil, aynı zamanda yanınızdaki o minik bedende olacak. Onun nefes alış verişleri, çıkardığı sesler, o andaki moodu... Partnerli yoga gibi belki :) Hiç yapmadım, bu ay sonu Sevgili Mey'in dersine, Olgun'u da alıp gitme niyetindeyim. Bakalım önümüzdeki günler neler getirecek.
Farkındalık ve sevgiyle kalın
b.


Juliet'in ayakları  - uyurken by B.A.D.


25 Şubat 2011 Cuma

Gluteus Maximusu Sıkmak ya da Sıkmamak

İşte bütün mesele... Sabahın 5'inde uyandığımda aklıma gelen ilk şeyin bedendeki bir kas grubu olduğunu söylersem şimdi, yogayla haşır neşir olmayan arkadaşlarımın "hah, iyice sıyırmaya başladın" demeleri, haşır neşir olanlarınsa yüzlerinde tatlı bir gülümsemeyle okumaları doğal olacak bu yazıyı.  


Evet, tatlı ve şımarık (biz şımarttık doğrudur) kedimiz Juliet'in sabah gün doğarken uykudan uyanıp çıkardığı "gurrrrr-vik" ve "mık...mık...mık..." sesleri, zihnimdeki kas gruplarıyla birleşince uyumak imkansız oldu. Aldım laptopı kucağıma, sıcacık yatağıma geri döndüm yazıyorum tıkır tıkır, bakalım nereye gidecek.


Gluteus maximus, her ne kadar Romalı bir gladyatör adı gibi gelse de bilenler bilir, bedende kalça bölgesinde en dışta bulunan büyük kasımız. Bu kas ve aslında buna bağlı daha bir çok kası, bazı yoga asanalarında sıkmamamız gerektiği söylenir. Mesela Salabasana'yı (çekirge pozu, bkz.foto), "kalçayı sıkmadan" yapmaya çalışırız. Diğer yandan çevredeki kasların zayıflığı veya yumuşaklığı nedeniyle bel bölgesi, yükü üzerine almaya pek heveslidir. Bu pozu yaparken kalçayı tamamen yumuşak tutmak (ki çok zor), bele ağırlık binmesine neden oluyor (sorunlu bir bele sahip biri olarak bunu çok net hissedebiliyorum). O zaman nedir bu çelişki? Kalçayı sıkalım mı sıkmayalım mı?!?!?!


Aslında bir çelişki yok bence. Bir çelişkinin olmadığına ve konunun "kalçayı sıkmak" olmadığına epey zaman önce karar verdim ama resmi açıklamayı şimdi yapıyorum işte sabahın bu saatine kısmetmiş. 


Sıkılmaması gereken kaslar kalça kasları değil bence, her türlü gerginliği o bölgede çok yoğun yaşayan ve taşıyan, anusün çevresindeki sfinkter kas. Kısaca ve çok kafayı karıştırmadan "anus kası" diyoruz biz buna ve "anusü veya popoyu yumuşak tutmak"tan  bahsediyoruz. Ama kalçayı değil. En azından böyle söylememek lazımki, öğrenci de "ama nasıl?!?!?" çelişkisine düşmesin. Hatta en güzeli belki de "ağız yumuşasın" demek yeterli, çünkü ilk oluşumumuz sırasında bir arada olan ağız ve anus, sonradan omurgayla birbirinden uzaklaşsa da aslında hala bağlantılı. Biri kasılınca diğeri de etkileniyor, yumuşarken de öyle.


Diye düşünüyorum sabahın bu kör saatinde diyeceğim ama kalksam mı, yazsam mı, cümleler doğru oldu mu diye debelenirken saat 07.30 olmuş bile. Yoga yapma zamanı :) Haydi matin üzerine. Bugünkü yolculuğum beni nerelere götürecek bakalım.


Farkındalıkla ve sevgiyle kalın
b.


Salabasana - Çekirge Pozu by B.A.D.

10 Şubat 2011 Perşembe

Farkındalık Üzerine

İki Budist rahip yürüyorlarmış. Bir nehrin yanından geçerken, karşı kıyıda yardım isteyen bir kadın görmüşler. Budist rahiplerin kadınlarla konuşmaları, dokunmaları yasak. Rahiplerden biri nehri geçmiş, kadını kucaklamış, kıyıya taşımış. Kadın teşekkür etmiş, iki rahip yollarına devam etmişler. Bir kaç adım ilerledikten sonra diğer rahip dayanamayıp sormuş: "sen ne yaptın, bizim kadınlara dokunmamız yasak, sen aldın kadını karşı kıyıya taşıdın". Rahip cevap vermiş: "ben aldım, taşıdım, orda bıraktım ama, sen hala taşıyorsun!".

Hoşgeldin Blog

Merhaba,

Bu blogda, hayata ve yogaya dair paylaşımlarım olacak. Uzun zamandır yapmak istediğim bir şeydi bu. Sonunda eşimin desteği ve iteklemesiyle oluşuverdi.

Teşekkürler Olgun'um...
Darısı web sitemize...
bidi